16 Şubat 2025’de vizyona giren efsaneleşmiş dedektiflik filmi Se7en, 2024’ün sonunda tekrardan vizyona girerek beyaz perde önünde seyirciyle buluşmuştu. David Fincher‘ın imza işlerinden olan yapım, üstünden çeyrek asırdan uzun bir süre geçmesine rağmen popülerliğini koruma başarısını gösterdi.
Se7en bunu; güzel hikayesi, akılda kalıcı olayları, iyi karakterleri ve karakterizasyonu gibi yönleriyle sağlamasının yanı sıra bence en önemli sebebi bambaşka. Barındırdığı çift gözlü adalet bakış açısı sayesinde modern dönem kültürününün ürünü olan insanının geçmiş yazgıları ve kurallarıyla çatışmasını toptan ele almasını sağlıyor. Ayrıca Se7en, sinema tarihinin belki de en acımasız ve akılda kalıcı seri katillerinden birine de ev sahipliği yapmasının da etkisiyle unutulmazlar arasında yerini alıyor.
Girişimizi de yaptıktan sonra dilerseniz yavaştan spoiler uyarımızı da vererek içeriğimize geçelim.
Se7en Ve Yedi Büyük Günah
Dante’nin, rüyasında cehenneme gidenlerin eylemlerini görerek yazdığı dünya klasiği eseri İlahi Komedya‘da yer alan; oburluk, açgözlülük, şehvet, tembellik, kibir, kıskançlık ve öfke günahlarını ele alıyor Se7en. İnsanları kendi günahlarıyla vuran katilimiz; oburluk suçunu işleyen bir “günahkarı” patlayana kadar yemek yedirerek, tembel bir adamı ise 1 yıl boyunca kalkamayacak şekilde bir yatağa bağlayarak cezalandırma gibi eylemler gerçekleştirerek 7 güne 7 adet ibretlik hikaye sığdırma peşinde.

Her ne kadar 7 güne 7 ceza sığdırsa da katilimiz John Doe, bu kendince “günahkarların” sadece ikisinin canını kendi eliyle alıyor. Onlar da az önce bahsettiğimiz oburluk günahını işleyen şişman biri ve kurtardığı mahkumlarla, yargı sisteminin açıklarını ustaca kullanmasıyla ünlü olmuş gözü doymayan paragöz bir avukat. Diğer günahlar için ise kendi elini kirletmek yerine ya bunlara meyilli birilerini ya da bizzat bunları işleyenlerin kendilerini kullanarak mesajını veriyor.
Kibir örneğini verecek olursak; kendi güzelliğinin asaleti altında boğulan bir kadını hedef alan katilimiz, Testere serisindeki Jigsaw misali kurbana seçim şansı veriyor. Güzel olarak kabul edebileceğimiz bu kadının suratını kesen John Doe, kurbanın bir eline yardım çağırabilmesi için bir telefon diğer elineyse de ağzına kadar dolu bir uyku hapı paketi veriyor. Kurbanın seçimi ise hapları yutup bir daha uyanamayacağı bir uykuya dalmak oluyor. Yani insanların arasına o “bozulmuş” suratıyla çıkmaktansa ölmeyi yeğliyor. Katilimiz için kibir safhası da bizzat kendi işlemediği bir cinayet olarak kapanıyor.
John Doe’nun bu işlediği ikonik suçlardan ayrı olarak akılda kalıcı olmasının bir diğer sebebi, belki de beyaz perdede sunulmuş gerçekçi psikopatlardan biri olması. Kendisine biçtiği ilahi misyon, ona göre oluşturduğu vizyon, vaaz verme hırsı ve yargı ile otoritenin güçsüzlüğünü de ele aldığımızda Unibomber’dan hallice ancak kendini ilahi adalete adamış sistem karşıtı bir figür çıkıyor karşımıza.
Katilimiz toplumdaki ahlaksızlığa karşı bir mesaj kaygısı gütse de Se7en’daki kıskançlık günahını temsilen yapımda yer alıyor. Hırslı genç dedektifimiz Mills’in aile hayatını kıskanarak işlediği cinayet sonucu, yedi büyük günahın son iki halkasından ilki olan kıskançlık için kendini cezalandırıyor.

Yeni terfi almış dedektif Mills’in aile hayatı başta olmak üzere genel yaşantısını kıskanan John Doe, kıskançlık günahını işleyerek dedektifin eşi Tracy’i öldürüyor. Se7en’ın unutulmaz finalinde de “Kutuda ne var” diye delirerek katili birkaç kez vuran Mills ise, 7 ölümcül günah zincirinin son halkasını tamamlayarak öfke günahının faili oluyor.
Adalet ve Hukuk
Yakın zamanda severek izlediğim Şahsiyet dizisinde şöyle bir söz geçiyordu: “Sen adaletle hukuku karıştırıyorsun, geç kalmış bir nefsi müdafaadır hukuk.” Bu tanımlama, çoğu polis-suçlu-yargıç üçgenini anlatan hikayelerin temel döngüsünü içeriyor. Rüşvet alan bir kanun adamı veya sesini çıkarmaktan tırsan bir memurun getirdiği bir dizi zorlu olaylar vb. Genelinde hukuk sisteminin bizzat eleştirisini görmek yerine, aktörlerinin insani duygularından süregelen bir vakalar silsilesi izleriz. Lakin Se7en’da direkt sistemin kırılgan yapısı ve güçler ayrılığı ilkesinin olumsuz tarafları katil bakış açısından bize sunuluyor.

Hukuk sisteminin dizi içerisindeki dolaylı eleştirilerinden biri, kurbandan çok mahkûm çerçevesinde şekillenen yargı sistemi. John Doe’nun karakola gelip teslim olmasının ardından avukatı aracılığıyla yaptığı teklifte, dedektiflerimizin kendisiyle istediği bir yere gelip kalan kurbanların bedenleri almasını, aksi takdirde deli rolü yaparak hapse girmekten kendini kurtaracağını söylüyor.
Bu sahne bana direkt, oğlunun katilinin deli taklidi yaparak hapishaneden kurtulmasına karşın sinir krizi geçirip “Oğlumu katlederken deli değildin, şimdi mi deli oldun!?” diye haykıran babanın mahkeme görüntüleri aklıma geldi. Yine videonun devamında acılı baba mahkemeden apar topar sakin olması istenerek zorla çıkartılıyordu. Bu tarz davalarda alınan kararların çoğu bırakın gönle su serpmeyi, yaraya tuz basmışçasına ters etki ediyor.
Bu çürümüş sistemin hırslı yargıcı olmak isteyen Dedektifimiz Mills ise, aceleci ve bir o kadar da profesyonellik dışı diyebileceğimiz pek çok harekette bulunuyor. Katilin odasına arama emri olmadan çat kapı girmesi, kamuoyuna kötü gözükmesine sebep olacak agresif hareketler sergilemesi gibi birçok davranışta bulunuyor. Teğmen olarak yeni atanmış özverili bir memur olmasının yanı sıra, hızlı tecelli eden adaletten de yana olan birisi. Bu sebeptendir ki karısının ölüm haberini aldıktan sonra yıllar sürecek hukuk sisteminin kollarına katili teslim etmek yerine, öfkesinin de yadsınamaz etkisiyle karısının intikamını alıyor.

Somerset ise ikilimiz arasındaki iyi polis rolünü üstlenen isim diyebiliriz. Oldukça sakin, sağduyulu ve işi kitabına göre yapma taraftarı olan bir isim. Fakat doğru olduğunu düşünerek veya düşünmeyerek yaptığı bu çalışma tarzının, yaşadığı dünyayı daha iyi bir yapmaktan oldukça uzak olduğunun da farkında. Öyle ki Schopenhauer’den hallice bir felsefik dayanakla, bu dünyaya çocuk getirmenin acımasızlığından bahsettiği Tracy ile arasında geçen özel bir diyalog sahnesi de bulunuyor.
Son söz
Se7en; yıllanmış şarap misali polisiye film denince akla gelen, genci yaşlısı fark etmeden herkesin gözü kapalı izleyebileceği bir yapım olarak sinema tarihindeki yerini hâlen koruyor. Seri katil hikayelerine dönemi adına farklı bir soluk getiren filmi, çıkışından 30 yıl sonra sinemada tekrardan deneyim etmek de ayrı bir keyifliydi. Güzel sinematografisi, ikonik finali ile beraber unutulmayacaklar listesinde varlığını sürdürecektir.
Bu tarzda hoşunuza gitti ve okuyacak bir şeyler arıyorsanız, Stephen King’in aynı isimli hikayesinden beyaz perdeye uyarlanan The Monkey filmi değerlendirme yazımıza da bakabilirsiniz.
Gerçekten harika bir yazı olmuş. Filmde hissettiklerimizi çok iyi aktarmışsın. John Doe’nun yaptıkları korkunç olsa da, aslında sistemin adaletsizliğine karşı radikal bir tepki verdiğini görmek mümkün. Özellikle hukuk sisteminin ne kadar kör ve eksik olduğunu vurguladığın kısımlar çok yerinde. Belki de en rahatsız edici olan, onun tamamen haksız olduğunu söyleyemememiz… Bu yüzden film bu kadar etkileyici zaten..